" Yabancı bahçelerde büyümeye bırakılmış bir fidanın hikâyesini söylemeye kalkmışken,
Nasıl da unutuyoruz bizi bir bahçeye bırakanın ansızın geri çağırabileceğini.
Bu mezbelede ne kadar da gafilim.
Üstelik bize sonsuzluğu en kuvvetle hissettiren duygunun kendisi de gelip geçici.
Ne acı!
Yekpareliği en fazla hissettirenin kendisi bin pâre.
Aşktan söz ediyorum.
Kendisini doğru okumayı bilenler için bir kaza belâ içermese de yanlış okuma
Sahipleri için bu akıl çeldirici, gönül kırıcı şeyden.
Ama doğru okuması da yok ki.
Sakin, durgun ve masum bir gölün sathına bir taş düşercesine, düştüğünü biliyorum artık ilk taşın.
Denge kırılması.
Ne oluyor da hiçbir şey ilk anın aydınlığında kalmıyor?
Ne olur hata bir kez de beni haklı çıkartmasın.
Hem de kendi ağzımla söylüyorum bütün bunları.
Taşı karanlığa ben atıyor, ben geçip gidiyorum üzerinden kendi adımlarımla kırık taşların.
Kimsenin benim yerime taş attığını ve konuştuğunu iddia edecek halde değilim.
Gör ne haldeyim.
Tanrım, nasıl bir çölüm şimdi ben ki her yağmur damlasını, daha bağrıma düşmeden, kurutuyorum.
Elimin üzerindeki damarlarda ömrüm düğümleniyor.
Şunun şurasında kaderler de iki parmak arasında.
Tanrım, bu sayrılığı ben saldım, onu hiç hak etmeyenlerin başına.
Konuşmaya cesaret verince, gece.
Söz, hiç dokunmaması gereken yere nasıl da dokununca, gündüz değil.
Bu bir aldatmaca.
Benim bu işin üstesinden gelmeyi başarmam gerek.
Feda edilmesi gerekeni feda etmekten söz ediyorum.
Üstelik bunu, gönül huzuru, ağız tadı, can sağlığıyla feda ettiğimde feda etmek de olmuyor adı.
Benim bu işin üstesinden, can acısıyla, gönül kırıklığıyla, ağız acılığıyla gelmem gerek.
Varlığını inkar ederek baş edemem tehlikeyle.
Var olduğunu bile bile, göz göre göre görülmeli bu hesaplaşma.
Ey rüzgâr!
Hatırlıyor musun, bir keresinde yemenimin rengini merak ettindi.
Senin estiğin yerdir diyerek düştümdü bu okyanus kıyısına.
Oysa sen eserken ben dindimdi.
Bu yüzden en kalınası zamanında dönüp vazgeçiyorum kumsalın ışığından.
Çünkü çok usandım kendi aşkımda değil başkalarının aşkında sınanmaktan.
Şimdi sen acıyı öğrendin.
Yepyeni gözlerle bak şimdi bana.
Çünkü ben hiçbir acıyı yenileyemesem de ve ağzımdan alışıldık kristallerden başka hiçbir sözcük dökülmese de kalbimin şu kırığı yok mu, işte o.
Çok büyük bir şeyin ardından düşülen tehlikeli sessizlikteyim ben şimdi.
Tehlike o ki, tehlikenin ta kendisinin farkında bile değilim.
Hem kaybeden bir şey olduğumdan böyledir bu, hem kayıp bir şey olduğumdan.
Susmuş bir yanardağ,
Dinmiş bir rüzgâr,
Sönmüş bir yıldız,
Bir ırmak, yatağından sessizce nasıl kayabilir?
Bir hayat kendisinin neresinde durur?
Sorulması abes bir soru bu hâlâ.
Bir ateş topu gelip de çarpınca,
Tek bir soru kalıyor geriye:
Bir hayat bir hayatın neresinde durur? "
Nazan BEKİROĞLU
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder